TÜRKİYE CANIM FEDA

   
  ATiB HÖCHST MEVLÂNA CAMii
  50. Yılında Göçmen Türkün Dil Yarası
 

50. Yılında

Göçmen Türkün Dil Yarası

 

                                                                                              Mahmut Aşkar

 

Bilirsiniz, Orhan Veli’nin “Kitabe-i Seng-i Mezar (Mezar Taşı Yazısı) “ adlı şiiri, “Hiçbirşeyden çekmedi dünyada/Nasırdan çektiği kadar” mısralarıyla başlar. Belki de bu şiiri meşhurlaştıran bu ilk dizeleridir. Şair ruhlu milletimiz de, neden çok çekmişse, şiiri ona göre kendisine uyarlamıştır.

 

‘Sizler de müsaade ederseniz’le, nezaket icabı başlayacaktım ama zaten etmeme şansını size bırakmadığıma göre, ben de belagat sahibi bu milletin bir ferdi olarak; hiçbirşeyden çekmedi dil(in)den çektiği kadar, diyerek lafa girmek istiyorum.

 

Hacı Bektaşi Veli, “Eline, beline, diline sahip ol” demiş de demesine... El’i, bel’i bilmem ama, hangi niyyet ve hangi zaviyeden bakarsanız bakınız; dilimize sahip olamadığımız ayan beyan ortada... Dilimize sahip olsaydık, zamanla bu kadar konuşma özürlü olup da; söyleyecek sözümüz olmadığından meramımızı yumrukla anlatmayacaktık. Dilimize sahip olabilseydik şayet; kendimizi bu derece unutmayacak, özümüze bu kadar yabancılaşmayacaktık...

 

Dilimiz bizi terk etmedi: Biz onu ıssız çöllerde bırakmasaydık, Fuzuli gibi; “Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge/Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayri” diyerek şikâyettte bulunmayacaktık.

 

Şimdi diliyle gönül bağlarını koparmış Türk, Fuzuli’deki ‘dil’in gönül olduğunu nerden bilecek... Lise yıllarımda ders kitaplarımızın birinin giriş sayfalarında Konfiçyüs’e ait şöyle bir  söz vardı: Konfiçyüs’e sormuşlar; seni bir devletin başına getirseler ilk önce neyi hâllederdin? Cevap: Önce o milletin dilini düzeltirdim!

 

Batı Avrupa Türklerinin kültürel varlığı sözkonusu olduğunda; “Dil olmadan din de olmaz!” demekten neredeyse dilimizde tüy bitti, lakin anlayan beri gelsin... Diline hâkim olamayanın eline (milletine, toplumuna) ve beline (ister buna soy-sop, zürriyet, ister nefs deyin) hâkim olması, yani kontrol altında tutabilmesi, ona söz geçirebilmesi mümkün olsaydı, Büyük Türk Düşünürü Hacı Bektaşi Veli bu ikazı asırlar öncesinden yapar mıydı...

 

Evet, şu meşhur iddiayı tekrarlıyoruz: Bu millet ne çektiyse dilden ve dilinden çekti. Önce dilimizi dilim dilim dilimlediler, sonra da milletimizi...

 

Tekrar Konfiçyüs’e dönüyoruz: Dil düzeltilmeden millet düzelmez!

 

Bize vurulan, millî bünyemizde açılan hançer yarası, mermi yarası bizi yıkamadı lakin dil yarası, illâ da dil yarası!...

 

Batı Avrupa Türklerinin dil yarası ise iki taraflı, çift boyutludur: İlk gelenler göç ettikleri ülkenin diline diline uzak dururken, sonraki nesiller anadil Türkçe’ye uzak kaldılar.

 

Anavatan Türklerinin en temel ve öncelikli hedefi; yabancı, baskın diller karşısında millî varlığını muhafaza edebilmesi için anadil Türkçe’yi canlı tutmak olmalıdır. Yurdışındaki Türkler ise; hem anadil Türkçe’yi hem de yerleştikleri, göç ettikleri ülkenin resmî dilini öğrenmek ve sahiplenmek mecburiyetindeler.

 

Asimile olmanın en kestirme yolu, anadili unutulmaya terk etmekten veya önemsememekten geçer. Asimile olmamanın da en kestirme yolu, anadili unutmamak ve önemsemekten geçer. Dil (lisan) şefkat, ilgi, sevgi bekleyen nazlı dilber gibidir. Onun ihanete, unutulmuşluğa asla tahammülü yoktur! Saksıda kendi hâline bırakılmış çiçek gibi, bir de bakarsınız soluvermiş.

 

Batı Avrupa’nın yerli toplumlarıyla birlikte yaşamaktan yana tercihini kullanmış Türkler, ilk başlarda (1. Nesil) şartların gereği, bulundukları ülkelerin dillerini öğrenmekte pek başarılı olamadıklarının ağır bedelini hem kendileri ödediler hem de bir sonraki nesillere ödettiler.

 

Dil bilmediklerinden sosyal ve hukukî haklarını isteyemediler, arayamadılar... Dil bilmediklerinden, kendileri hakkında, daha doğrusu aleyhlerinde, yazılıp çizilen ve konuşulanlardan haberleri olmadı. Olsa bile, cevap verecek düzeyde dilleri yoktu. Birinci neslin burada yetişen çocukları aslında kayıp bir nesildir; çünkü ebeveyinlerin dil bilmemezliği, çocukların eğitim ve öğretim seviyesinin düşüklüğünün en başlıca sebebidir. Sizin anlayacağınız, bu neslin ağzı vardı ama dili yoktu!

 

Meselâ, Almanya’daki Türkün Almancası, Hollanda veya Belçika’dakinin Flamanca veya Fransızcası olmadığı gibi... Dilsizlik, Avrupalı Göçmen Türkün derdine dert katmıştı: Derdi var, doktora gidiyordu fakat derdini anlatacak dili olmadığından bu sefer bir başka türlü dertleniyor, kendi kendine kahrediyordu. Birçok psikolojik, yani ruhî bunalımların başlıca sebebi yine dil bilmemezlikti.

 

Türk İşçi Göçü’nün 50. yılına hazırlandığımız bugünlerde dahi Avrupa Türkünün en öncelikli meselesi, kanayan yarası; dil’dedir, dil’dendir, dil yüzündendir... Avrupalı Göçmen Türkün kültürel varlığının yok oluşu kadar var oluşu da yine dil bilmesine ve dilini bilmesine veya bilmemesine bağlıdır.

 

Türkçe’deki, “Vur dedik ama öldür demedik” sözü insana, düne kadar Almanca bilmediğinden töhmet altında bırakılan Almanya Türklerinin bu sefer de Almanca’yı öğrenip Türkçe’yi unutmalarını çağrıştırıyor. Yani insanın diyesi geliyor ki; be mübarek, biz sana Almanca öğren dedik ama Türkçe’yi de unut demedik ya...

 

Meselâ Almanya’daki Türk varlığının (kültürel boyutuyla) devamı hem Almanca hem de Türkçe’yi yazılı ve sözlü olarak bilmeye bağlıdır. Bu saatten sonra ne tek başına Türkçe ve ne de sadece Almanca ihtiyacımıza cevap verebilir.

 

Batı Avrupa Türkleri için Türkçe, Türk-İslâm kültür dünyasına açılan kapı, anavatanla kurulan gönül köprüsüdür ve kökkültürümüzü, kendi kültürel değerlerimizi bu farklı kültür coğrafyasına taşıyıcı ana unsurdur.

 

Anadil Türkçe’yi önemsememek, kendine değer vermemekle, anadil Türkçe’den zamanla uzaklaşmak, Avrupalı Göçmen Türkün kendisini inkârı, hatta intiharı demektir.

 

Üçüncü nesilde anadillden uzaklaşmayla başgösteren kimlik krizi (bu gidişatla) ileriki zamanlarda “kimlik intiharları”na dönüşecektir. Bu safhaya gelmiş Avrupalı Türkten ne kendisine, ne de sosyal çevresine yani birlikte yaşadığı topluma fayda gelir.

 

Ahmet Kutsi Tecer’in, “Orda bir köy var uzakta” diye başlayan ve “Gezmesek de, tozmasak da/O köy bizim köyümüzdür”  mısralarıyla devam eden meşhur şiirine atıfta bulunurcasına ; “Avrupa’da dört milyon Türk var”la başlayan ve sadece lazım olduklarında, ihtiyaç duyulduğunda, hazır kuvvet gibi, emre amade potensiyel millî güç, maddî kaynak gibi görüldüğünde hatırlanan Türk, artık “Sizin Türk” olmaktan çıkıyor, haberin ola ey sağır sultan...

 

Hz. Ali; “Kişi dilinin altında saklıdır” diyor. Hele bir konuştur senden zannetiğin Türkleri... Ne kadar senden olduğunu konuşunca göreceksin; şayet anlaşabilirseniz...

 

Ebeveynlerin, irili ufaklı derneklerin, sivil kitle kuruluşlarımızın, Türkiye Cumhuriyeti’nin temsilcilikleri ve bunlara ilaveten medyamız ve topyekün elitimizin gündeminde anadil meselemiz, gerçekten bir mesele olarak telakki edilerek acaba var mı, varsa şayet gündemin kaçıncı sırasında?...

 

Avrupa Türklerinin millî bünyesinde açılan yaraların hemen hepsinin dil yarası olduğunun ne kadarımız farkındayız? Ya diline hâkim (sahip) olamayanların ya da dil bilmeyenlerin basiretsizlikleri yüzünden nice suçlamalar ve töhmetlerle karşı karşıya geldik.

 

Bir zamanlar ilk gelen Türklerin el ve kol işaretlerinin yardımıyla meramlarını anlattıkları kırık Almanca’ları fıkralara konu olmuştu. Şimdi o nesilden üçüncü göbek Türklerin Türkçesi fıkralara malzeme teşkil etmeye başladı. Nereden nereye?...

 

Evet, göçün 50. yılında kat ettiğimiz mesafe işte bu kadar! Evleriniz, yatlarınız, katlarınız, arabalarınız, yazlıklar kışlıklarınız sizin olsun! Zaten sizindi de... Bana bir otomabilin, İstanbul’un kenar semtindeki bir dairenin veya izinden izine kullandığınız sahildeki yazlığınızın çeyreği kadar eğitimine yatırım yapmadığınız, boynu azyıldız kolyeli, mesleksiz, mesnetsiz, ne Almanca tamam ne Türkçe tamam Türk evlatlarınızdan haber verin...

 

“Bundan sonra hutbelerinizi de Almanca okuyun, rüyalarınızı da Almanca görün!” dayatması karşısında, Türkçe’nin akibetiyle ilgili, binlerle ifade edilen cami derneklerimizin temsilcilerinin, tedbir babından projeleri var mı acaba?

 

Hülâsa Türkçe’nin yaşatılabilmesi için, parmakları yorulana kadar yazanlardan ve dilinde de tüy bitene kadar konuşanlardan olmak yetmezmiş gibi, bir de üstüne üstlük, belki bazılarımız ağır-aksak işitir diye, avazı çıktığı kadar bağıranlardanım...

 

Batı Avrupa Türklerinin kültürel kimlikleriyle, dünyadaki hâkim medeniyetin anavatanı bu coğrafyada kabul görmeleri ve varlıklarını devam ettirebilmeleri için, resmî-yerli dile paralel olarak anadilimiz Türkçe aynı seviyede yaşatılmalıdır.

 

“Göçmen Türkün Çağdaşlık Meselesi” başlığını taşıyan bir başka yazımızda şöyle demiştik: “Şu nasihat, asırlar boyu Çinlilere karşı varlık yokluk savaşı vermiş Doğu Türkistanlılara aittir: Topraklarını kaybedersen üzülme, çünkü o topraklara tekrar sahip olabilirsin. Kaybettiğin topraklar üzerinde yaşayan halkın konuştuğu dilini kaybederse, o zaman yas tut! Çünkü o toprakları geri alacak kimsen kalmamıştır artık.

 

Göçmen Türk’ün de içinde ibadet yaptığı, kültürel faaliyetler yürüttüğü cemiyetlerinin sayısı zamanla azalabilir. Buna üzülmemek gerek. Gün gelir yeni dernek binaları, camiler inşa edilir veya satın alınabilir. Şayet günün birinde sizden sonra gelen nesiller anadillerini unuttuklarından bu mekânlarda Türkçe konuşacak insanlar bulunmazsa, sizi asıl düşündürmesi ve yasa boğması gereken hadise bu olmalıdır.”

 

Bunun için: Alman okullarından kademe kademe Türkçe derslerinin kaldırılırmasına sessiz ve bigane kalanlar, hiç olmazsa Türkün Batı Avrupa’ya busefer İşgücü Göçü olarak tarihe geçecek serüveninde vebal altında kalmamak için, bundan sonraki nesillere kendi kuruluşlarında (mecburi) Türkçe dersleri başlatmalıdırlar.

 

Hâlâ insana yatırım yapmamakta ısrar edilirse, yarınlarda, binbir fedakârlık ve cefakârlıkla satın alınan bu mekânlarda önce Türkçe konuşanların sayısı, akabinde buralara uğrayanlar sayısı azalacak, azalacak, azalacak... Ve günün birinde kapısına kilit vurulan veya başka gayeler için kullanılan bu yerlerin önünden geçen bizden birileri, biraz duraksayacak, biraz gözleri nemlenerek şu kapı kitabesini okuyacak:

 

Bu mekânda, hareketli ve bereketli kalabalıklara evsahipliği yapıldığı günlerde Türkçe konuşuluyordu. Daha sonraları Türkçe ve Almanca karışımı, yavan bir lisan peydah olunca, gelenlerin sayısı da peyder pey azaldı. Onlardan sonra gelen nesillerin uğradığı bu mekânda konuşulan dil artık sadece Almanca ve hareretle tartışılan konu da, “Galatasaray” ve “Fenerbahçe” idi. Anadilleri Türkçe’yi unutmuşlardı ama ata yadigârı takımlarına olan sadakatlarını hâlâ devam ettiriyorlardı. Zaten bir avuç kalan “Fenerbahçeli” ve “Galatasarayli” bu Türk kökenli Almanlar da çok geçmeden azala azala tükendiler.

 

Gün geldi devran döndü ve artık bu mekânda önceki nesillerden ve onların güzel Türkçesinden hoş bir seda bile kalmadı...

 

Ben adamsızlıktan, siz dilsizlikten deyin; ata yadigârı bu mekânın da kapısına böylece kilit vuruldu.  

 
  Kac Kisi vardi Sitemde? 1 Besucher (1 Hits) brudaydi..  
 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden